On beş yaşındaki bir kız sekiz günden beri kayıptı. Bulunur bulunmaz da çocuk mahkemesinin önüne çıkarıldı. Mahkemede anlattığına göre bir adam kendisini kaçırıp ellerini ayaklarını bağlamış ve sekiz gün boyunca bir odaya hapsetmişti. Kuşkusuz, kimse inanmadı bu dediklerine. Yargıç kızla ciddi ciddi konuştu, doğruyu söylemesi için kendisini sıkıştırdı. Anlattıklarına inanılmadığını gören kız da çileden çıkarak yargıcın yüzüne bir tokat indirdi. Kız bana geldiğinde, en çok hangi meslekten hoşlandığını sordum, sadece onun iyiliğini istiyormuşum gibi davrandım. Gördüğü bir rüyayı anlatmasını isteyince güldü ve şunları söyledi: “Gitmemin yasak olduğu bir bara gitmiştim. Bardan çıkınca anneme rastladım. Derken babam belirdi ileride, onun beni görmemesi için anneme beni saklamasını söyledim.” Anlaşıldığına göre kız babasından korkuyordu, onunla savaş halindeydi. Babası sık sık kendisini cezalandırıyor, o da bu cezalardan kurtulabilmek için ister istemez yalan söylemek zorunda kalıyordu. Bir yalan söyleme durumu söz konusu olduğunda, anne ve babadan birinin çocuğa sert davranması olasılığını her zaman göz önünde tutmamız gerekiyor.
Yalanın bir anlam taşıyabilmesi için, doğruyu söylemenin bir tehlike oluşturabileceğinin hissedilmesi gerekir.
Beri yandan, kızın annesiyle bir toplumsallık ilişkisi içinde bulunduğunu görüyoruz. Annesinin bana açıkladığına göre, biri kızını ayartıp o kötü ad yapmış lokallerin birine götürmüş, kızı sekiz gün burada kalmış, babasından korktuğu için de bunu itiraftan kaçınmıştı. Ne var ki babasına karşı üstünlüğünü kanıtlama arzusu da kızın davranışlarında rol oynayan etkenlerden biriydi. Babası kendisine eziyet ediyordu, kız da babasına karşı üstünlüğünü ancak onu üzmekle kanıtlayabilirdi.
Üstünlük sağlamada yanlış bir yol izleyen insanlara nasıl yardım elini uzatabiliriz? Üstünlük çaba ve eğiliminin tüm insanlara özgü bir şey olduğunu benimsersek, bunun pek de güç sayılmayacağını görürüz. Kendimizi onların yerine koyabilir, onların çabalarını anlayabiliriz. Söz konusu insanların yaptıkları tek yanlış, çabalarını yaşamın yararsız tarafına yöneltmeleridir.
Üstünlük çaba ve eğilimi insanların bütün yaratıcı eylemlerinin arka planında yer alır, uygarlığa yapılan bütün katkıların kaynağını oluşturur. Tümüyle insan yaşamı bu büyük davranış çizgisini izler, aşağıdan yukarıya, eksiden artıya, yenilgiden zafere doğru bir yol çizer kendine.
Ne var ki yaşam sorunlarının altında ezilmeyip bunlarla başa çıkabilenler, savaşımlarda başkalarını zenginleştirmek eğiliminin kendini açığa vurduğu, başkalarının da kazançlı çıkmasını sağlayacak gibi davranabilen kişilerdir. İnsanlara gereği gibi yaklaşmasını bilelim yeter ki, onlara doğru olanı benimsetmemiz güçlük doğurmayacaktır. İnsanların değer ve başarı konusuna ilişkin bütün yargıları nihayet işbirliği temeline dayanır, bunu bilmeyen yoktur. Bizim yaşam biçiminden, ideallerden, amaçlardan, davranışlardan ve karakter özelliklerinden beklediğimiz, bunların insanlar arasındaki işbirliğine hizmet etmesidir. Hiçbir insan gösteremeyiz ki en ufak bir toplumsallık duygusuna sahip olmasın. Nevrozlular ve suç işleyenler de bu açık sırrın farkındadır; yaşam üsluplarını haklı göstermeye ya da sorumluluğu başkalarının üzerine yıkmaya çalışmaları bunu ortaya koyar. Ne var ki bu kişiler yaşamın yararlı tarafında ilerleme cesaretlerini yitirmiştir. Aşağılık kompleksleri şöyle der kendilerine: “Toplum için yararlı çalışmalar mı? Sana göre değil!..” Yaşam ödevlerine yüz çevirmişlerdir bir kez ve güçlü olduklarına kendilerini inandırmak için yel değirmenleriyle savaşıp dururlar.
Toplumumuzda işbölümünde pek çok somut amaç için yer vardır. Daha önce gördüğümüz gibi, belli yanlışları içermeyen belki hiçbir amaç yoktur; hepsinde eleştiriye neden olacak bir taraf bulabiliriz. Bir çocuk vardır örneğin, üstünlüğü fizik gücünde arar. Sindirim bozukluğundan yakınan bir çocuk, yakınmasına yol açan neden olarak belki en başta beslenmeyi görür, yiyecekler üzerine yöneltir dikkatini; çünkü böylece durumunda bir düzelme sağlayabileceğine inanır. Sonunda belki usta bir aşçı ya da beslenme dalında bir profesör olup çıkar ileride. Bütün bu özel amaçlarda, gerçekten bir dengenin sağlanması dışında olanakların belli ölçüde sınırlandırıldığını, ilginin sınırlı alanlara yöneltildiğini saptayabiliriz. Örneğin, bir profesörün düşünüp taşınmak ve kitaplarını yazabilmek için, zaman zaman gerçekten toplumdan uzaklaşmasını doğal karşılarız. Ancak, üstünlük amacının büyük ölçüde toplumsallık duygusuyla bağlantılı olması durumunda, böyle bir davranışın içereceği hata asla büyük sayılmaz. Toplumumuzdaki işbölümü pek çok değişik alanda üstün yeteneklere gereksinim gösterir.
Yaşamın Anlam ve Amacı – Alfred Adler
Çeviren: Kamuran Şipal
Say Kitap