Bir zamanlar doğru dürüst, güpgüzel kavgalar ederdik. Şu sesteki düzlüğe, tınlamasızlığa bak sen şimdi!.. İyi niyetli, diyecektim; akıl hocalığını bir yana bırakırsan, diye başlamıştım. Önümü kesiverdi: İster beğen, ister beğenme, ister anla beni, ister anlama Tezel ister inan, ister inanma, ister acı çekmiş ol, ister olma; ister sevmiş ol beni, ister hiç sevmemiş; temelde sen hep buydun ve şimdi de tam kendinsin işte. Önünü hep açık buldun. Gerçek bir acıyı bile hiç yaşamadın, bu nedenle de kendin dahil, kimseye güvenmedin. Bana bile.
Kendim dahil, doğru. Ve geriye kalan tek güvendiğim kişi, bana böyle diyor şimdi. Hayır, demiyor. Daha kötüsü, demeye bile istek duymuyor. Böyle bir şeyler demesini bekliyordum. Onun yerine sorduğu soruya bak:
“Peki, anlat. Sevda değilse ne istiyormuş senden?”
“Hiç canım… ”
Üstelemedi. Yeniden sormadı. Oysa daha o gün dökülüp saçılabilir, bunu ertelemeyebilir, sonra da yağmayan, kendini örtüp saklayan bir öğle sonu, iki odamın her yanında dört dönerek kendimin yağıp, boşalıp açıklığa çıkacağım, gümgüneş olacağım bir yer, bir toprak parçası, bir kap içi aramayabilirdim. Birbirimizi bu kadar tanıyoruz işte.
Sen de hâlâ benim, o ünlü fıkra yazarını baştan çıkarmaya çalıştığımı san. Herkes gibi. Herkesin bana gerçekten sevdalandığını san. Aşk nerde be! Gerçek aşk? Bolluğundan geçilmiyor da Memoş’a bile artıyor ha?..
Soluğu Bonn’da almış. Aysel, bunu duysaydın, yani niye soluğu Bonn’da aldığını, beni konuşturabilseydin, hiçbir şey olmasa, çok güzel gülebilirdik. Yoksa gülmez miydik? Peki, öyleyse, güpgüzel hüzünlenebilirdik. İnsanları böyle yapan ne, nasıl diye? Adresini saklıyor. Adını saklıyor. Bana o Alman kızıyla gönderdiği mektubun altına bile adını koymamış. Gülünç değil mi bu? Peki acı değil mi?
“Neden kaçmış?” diye soruyorum kıza.
Omuz silkiyor:
“Bence durumunu gereğinden fazla önemsiyor,” diyor.
O, öyle der. Ne olsa bir Nazi çocuğu, torunu falan… O, öyle der. Belki bir eyleme katılmıştı Memoş, ne biliyorsun? O zaman ben de Aysel gibi düşünüyordum. Aysel’e öfkem de bundan ya işte!..
Gerçeği elbet Memoş’un mektubu söylemedi. Mehmet’çiğin mektubunda salt şu var: Abinin Başkent’te sözü geçer. Yönetici çevrelerde özellikle şimdi yığınla tanıdığı vardır. Bana Bonn’da bir süre daha kalabilmem için bir burs bulabilir mi acaba?
Abim batsın! Bıktım be. Nerden abim oluyor ha? Ben ondan bir şey istedim mi de, sen şimdi kendin için bana ondan bir şey istetiyorsun? -Elçiliklerde, golf kulüplerinde boy göstermek dedin mi avukat; gazinolarda göbek atanların alnına para yapıştırmak dedin mi, taşra esnafından azma taşeron-inşaatçı-emlâkçi-parçaçı kesilen abim… -Allah kahretsin!..
Öfke burnumun ucunda. Neden? Dur bakalım, yoksa Memoş’un mektubunda sana olan periyodik aşkını okuyacağını sanıyordun da, düş kırıklığına mı uğradın? Yok be, yok! Ben seni bir zamanlar nasıl koynuma aldım, yaşamımı seninle nasıl paylaştım alçak! dese yine bundan trilyon kez iyi. Ben böyle düşünüyorum. Kim nasıl düşünürse düşünsün. Memoş o bursu alarak isterse ülkeyi kurtarmış olsun, -olur mu öyle şey-ben yine böyle düşüneceğim.
Neden kaçmış? Onu da zamanla öğreniyoruz. Zaman, sen ne büyük öğretmensin, ah saygıdeğer zaman, sen ne büyük bir bilgesin! Gaddar bir bilgesin ama. Acımasız.
Gerçekler biraz da saklanmalı değil mi? Birazcık, çok değil. İnsanları içkide boğulmaya ya da beynine bir kurşun sıkmaya kalkıştırmayacak ölçüde olsa yeter.
Memoş neden kaçmış?
Daha fi tarihinde, Huzur bayramının ilânına ramak kaldığı günlerden birinde yani, bu, oyun çıkışında başka bir oyuncu arkadaşının evine gidiyor. Daha bir yığın oyuncu, daha bir yığın genç şair falanmışlar. Eh o günler bol bol devrim laflarını ettiğimiz günler… Sanki devrimin eli kulağında. Sanki gelir gelmez de, ertesi gün her şey dümdüz olacak. Bunlar da bol bol etmişler o lafları. Lenin falan da demişler. Güpgüzel kavgalara girişmişlerdir içip içip. Arada plak çalınıp bir ağızdan söylenmiştir de. Nerden biliyorsun, diye soramam kendime. Artık bu-kadar mı soramam. Ne olsa Memoş’la iki yılım geçti ve böyle geçti. Ben de onlardan biri olarak…
Orada bulunan başka oyuncu gençlerden biri, evine dönerken bir taksiye biniyor. Hiç de inmezler taksilerden ve hep şoför kardeşlerimizin kafasını şişirirler: Arkadaşım, sen bir emekçisin, kalk yürüsene bizi yönetenlerin üstüne!.. Bu da böyle mi konuşmuştur, yoksa emekçi kardeşinin parasını vermemeye mi kalkmıştır -en doğrusu bu olabilir-, tartışmanın sonunda taksi sürücüsü diyor ki buna:
“Sen kim oluyorsun be!”
“Ben devrimciyim arkadaş!”
Oyuncu Memoş’umuzun oyuncu olan arkadaşının yanıtı bu. Ulan, oyuncuyum, desene. Küçük bir şey mi bu? Oyuncu olmak devrimci olmaktan kolay mı ha -hele bu ülkede?-Sev-sene işini, saysana! Korusana.. Yoo, olur mu? Madem herkes militan devrimci, o da ille militan devrimci olacak. Yanıtı bu: Ben devrimciyim arkadaşım… İyi yiğitlik değil mi yavrum, sürücü yardımcısı, sana söylüyorum, iyi yiğitlik değil mi? Hani herhangi bir meslek adı söyler gibi, sürücü yardımcısıyım, ayakkabı onarıcısıyım, maden işçisiyim, tornacıyım, der gibi “devrimciyim” diyor. Balyoz sonrası olsa, düşünebiliriz ki, bu çocuk yiğit bir çocuk. Ne general takıyor, ne işveren, ne onların politikacısını, ne de benim abiyi, İlhan’ı yani… Öyle ya, sol takım henüz burnundan mıhlanmamış. Taksi sürücüsü de:
“İtler, hep sizin gibilerin yüzünden değil mi huzursuzluğumuz? İkide bir yolları tıkarsınız, işimize, müşterimize engel olursunuz… Yettiniz be!..” demez mi?
Bu da devrimci kardeşliğe pek teşne bir sürücü değilmiş demek. Öylesine değilmiş ki, hadi bakalım ikisi de karakolluk. Eski kocamın oyuncu arkadaşı, karakolda bu kez ne olduğu, işi gücü gerçekten sorulduğunda, atkısını şöyle bir atıyor boynuna, şöyle bir geriliyor komisere doğru:
“Komünistim!” diyor.
Ağzı da leş gibi içki kokmada. Ama ekzibistyonistliği de ondan baskın. Ayrıca o gecenin ardından hemen bir asker darbesinin geleceğini ne bilsin? Ne suçu var çocuğun? Hiç, hiçbir suçu yok. Kendini vitrine koymayı sevişinin azıcık suçu var, hepsi bu. Benim suçum nerde peki? Neden karşıma hep böyle boktan serüvenciler -ne ayıp onlara bu adı takmam, takabilmem- çıkıyor? Goşistleeeer!
O gün bu gündür ilk kocamın ‘komünist’ oyuncu arkadaşı içerde oladursun, Memoş, öteki arkadaşları onun için gözyaşları dökedursunlar, -sonradan, olayı duyunca benim de gözlerim sulanmıştı- generallerimiz de haydi bakalım ver kardeşim elini bana, diyen işadamlarımıza demir eldiven ellerini uzatıp ülkeyi düze çıkarmaya koşmasınlar mı? Tabii bu düze çıkarmanın içinde öyle, ben toplumcuyum, sosyal demokratım, bilmem ki neyim, demelere bile izin yok. Değil ‘komünistim’ demelere izin çıkacak.
Şimdi Memoş ne yapsın? Şimdi oyuncu arkadaşı daha sıkı sorularla karşılaşacak, masum komiserinkine pek benzemeyen sorularla… Herkese soruyorlarmış. Ya buna da sorarlarsa kimlerle kimlerle düşer kalkardın diye? Daha kimlerin kimlerin gırtlağına biniyorlar. Önden, peşinen ‘komünistim’ diye bağırmış olanın gırtlağına binmezler mi? Binerler… Hatta belki bu gün bineceklerdir. Memoşcuk da -oyy bu güvensizlik, Allah seni kahretsin- arkadaşına güvenebilse, soluğu taa Bonn’larda almazdı tabii. Haklı. Kahraman olmayı da pek severdi. On sekiz yaşında, Yirmi Yedi Mayısı yapıp gelmiş sümüklü bir kızcağızı kendine karı seçmesinden belli değil mi? Şimdi de, hem tüy git, hem dillerde dolan. Bunlar örgüt kurmuşlar, kendisi de o ‘komünistim’ diyen delikanlının örgütünden ve efendim bir gece hücreleri tam basılacakken… İyi bir devrimci ne yapar, ele geçmemeye çalışmaz mı? Bu da öyle yapmış zaten. Ondan çıkmış sınır dışına. Bunun adı Bonn değil de, ‘sınır dışı’ olunca daha bir anlam kazanıyor. Siyasi sürgün gibi bir şey oluyorsun. Ondan sonra da, gelsin Mustafa Fazıl Paşa yardıma. İlhan Dereli… Acaba Mehmet’in Jean Pietri’si kimdi? Bunu hiç öğrenemeyeceğim. Ama, Jean Pietri kendisini yarı yolda bırakmış ki, benim o Pietri’nin halefi olmamı istediği kesin. Canım Mehmet’çiğim, iyi güzel de, onlar, Namık Kemal’ler, Ziya Paşa’lar birinin yardımıyla… Neyse, neyse… Hep bu tür siyasilere rastladımsa, bu da benim yanlışım elbet. Benim yerim.
“Bize, Ankara’ya gel. Bir süre bizimle kal istersen,” demişti Aysel.
Hiçbir şeye güvenmedin, güvenmiyorsun, demesindeki hüzünsüzlükten mi ürkmüştüm, renksizlikten mi korkmuştum? Bilmiyorum ki, o iyice yıkkın günlerimde -bacak da alçıda- Aysel’in yanında olursam, kendi gözümde büsbütün küçü-lürmüşüm korkusu düştü içime. Ömer’in cetvele vurulmuş akılcığı da üstüne üstlük…
Oysa korkum bundan da öncesine dayanıyor.
Koskoca yaşında Aysel’deki büyük değişim. Buna tanık olmak.
Kişinin önünde, onu kendi yargıcı yapacak bir örnek bulunmamalı.
O zaman soruyorsun: Böyle büyük bir temizliğe nasıl girişebilir bir kimse? Buna nasıl sıvanabilir? Süpürge yok, sabun yok, bez yok. Nasıl kalkışılır büyük mevsim temizliğine? Sonra bunu nasıl başarabilir? Başardı mı gerçekten? Başardıysa neyle? Neye dayanarak?
Eski kocalarım, şunlar bunlar, eski tanışlar, kendilerinden tümüyle umudu kestiklerim, kendimden tümüyle umudu kesişim; kesinleşen inançsızlığım… Hiçbiri, ne onlarla ilgimi temelden kesmeme, ne kesmememe elveriyor. Ailemle de, onların şusuyla busuyla da koptuğumu sanıyorum, o isli kentte iyi hiçbir şeyin beni beklemediğini biliyorum ve üç gün, “Gitmem. Ne işim var benim o yaşama fukaralarının düğününde?” dedikten sonra, kendimi o kente giden bir otobüsün içinde buluyorum. Hem de çantamda o düğün için özel olarak satın alınmış bir bluzu taşıyarak, ona en iyi gidecek eteğimle.
Amaan, her şey hiç. Gitmek de, gitmemek de. Adını andıklarımı geride bırakmak da, adını andıklarıma doğru yol almak da. Umarım Aysel de düğüne gelir. Gelmez.
Gelmezse, beni hiçlikten bile nasıl kuşkuya düşürdüğünü hiç bilmeyecek.
Umarım Aysel düğüne gelir.
Aysel düğüne gelmezse, bana altından kalkılamaz bir suçluluğu yüklediğini, üstüme altından kalkamayacağım bir dünya yıktığını bilemeyecek.
Bir insandan bu istenemez.
Benim önceleri önemsediğim her şey, şimdi beni olduğum yerde rahat bırakıyor. Aysel de beni rahat bıraksın.
Umarım Aysel düğüne gelir. Gelir ve Anadolu Kulübü’nde bir de çiftetelli oynar hatta.
Otobüsü durdurdular. Otobüsü jandarmalar durdurmasaydı, o otobüs, adı çay molası olan çiş molasını hiç vermeyecekti.
Jandarmalar, uyduruk bir araştırma ile geçiştirmeseler işi. Jandarmalar şimdi bu otobüsü geri döndürseler. Ya da tümümüzü derleyip toplayıp kurşuna dizseler. Şu, tekdüze bir sesle zırlayıp duran çocuğu unutmaksızın. Özellikle onu unutmaksızın.
Şimdi herkeste bir kıpırdanma. Nerdeyiz?
Bir Düğün Gecesi – Adalet Ağaoğlu
Everest Yayınları
https://www.everestyayinlari.com/kitap/bir-dugun-gecesi-adalet-agaoglu/10559