“İkinci yeni” adıyla belirtilen şiir dilinin niteliklerini ve şairlerin ana özelliklerini, bu dilin tam olgunlaştığı yerden yansıtmak için verebileceğimiz örnekler var: Sezai Karakoç‘un “Köpük”, Cemal Süreya‘nın “Ülke”, Edip Cansever‘in “Çağrılmayan Yakup” ve Turgut Uyar‘ın “Ölü Yıkayıcılar” adlı şiirleri. Altmışlı yılların ortalarında, şairler arasındaki farkların belirginleştiği ve birbirine yakın zamanlarda yayınlanmış olan bu şiirler, şairlerin biçim ve muhteva çevresindeki tutumlarını topluca yansıtmaları bakımından birer iyi örnektir.
Cemal Süreya’nın hazcılığı, ötekileri bir parça püriten gösterdi. Halbuki Süreya’da eğlence değil, Anadolu ve Ankara motifleriyle dillenmiş bir acı vardı. Kendi kuşağının şiiri için, daha ilk günlerde tanımlar getirildiğini söylediği yazısında “Birçok genç şair şiirin kendisinden değil, yapılan tanımlardan yola çıkarak yazmaya başladılar.” diyordu. Aslında, ellilerin cazip ortamında varoluşçu felsefenin yolladığı kelimelerle ifade edilen çağrışımlar oluşmuş, bunların anlam ortaklığı içinde kullanılması yaygınlaşmıştı. O tanım ve çağrışımların tamamıyla içinde kalanlar ve bu şiirin sonucunda ortaya çıkanların birçoğu, öncülerle ayni dönemde yazdı. Ancak, temsil edenler hep öncüler oldu. Bu bağlamda sosyal konulara açılan yola bireysel inceliğini seren Gülten Akın’ın verimleri, şiirle ilgisini sonradan tazeleyen Ahmet Oktay’ın ürünleri ile Ülkü Tamer şiirinin dikkate değer bir seyri vardır. Ülkü Tümer, her kitabında, dönemin belli özelliklerini iyi işlenmiş örneklerde yansıtmış, son ürünlerinde ise halk şiiri sesine ve mahallileşmeye dönmüştür.
Cahit Zarifoğlu, yaş ve kuşak olarak o dönemdeki şiir dilinin olgunlaştığı yerde ortaya çıktı. Ancak, öncülerin bıraktığı yerden değil, başladığı yerden başlamış gibidir. İlk şiirlerinde bile özgün bir şiir için gerekli sese ve tekniğe sahip olduğu görülür.
Öyle ki; Turgut Uyar ve Edip Cansever’in ilk kitaplarında bulunabilecek geçiş döneminden izler taşımaksızın, tariflerden değil, şiirden yola çıkmıştı. İçsel olmak’tan manevi olmak’a doğru bir çizgi yansıtan eserinin bütününde, Sezai Karakoç’un prizmasından serpilmiş bir iklim hakim oldu.
Sözünü ettiğimiz modernleşme atmosferinde de, şiirimizin Avrupa’ya dönük yüzü Avrupa dillerindeki şiirlerin, genel ve merkezi hareketini kolladı. Aslında, yüzyılımızda Avrupa şiirindeki alternatif akımlarla ilgilenen şairlerimiz, belirleyici konumlarda olmadı. Kübizm’in, fütürizm’in yankılarının tadımlık ölçülerde kaldığını söyleyebiliriz.
Merkezi harekete bakarken de, Avrupalı halklara duygusal bakımdan uzaklığımız sebebiyle yazılı kültüre fazlaca dayanmak, şiir hakkındaki açıklamaları da ona göre yapmak gerekmişti. Attila İlhan’ın “literer” diye eleştirdiği tutuma yol açan bu durum, sanıyorum düzyazıya çok şey borçluydu ve duygusal kuruluğa sebep oluyordu.
Cemal Süreya’nın Anadolu coğrafyasını sık sık hatırlatan motifleri ve senli-benli söyleyişi şiire bir canlılık sağlıyor, Sezai Karakoç, halkın anlatım biçimi ve onun içeriğine eğilmekle “hayal” unsurunu zenginleştiriyor, bunlara büsbütün uzak kalınan yerlerde oluşan saha ise bir parça donuk görünüyordu. Yazılı kültürle, şairlerin kişiliğiyle ve şiir metinleriyle gittikçe derinleşen ilgi, teknikte yetkinleşmeyi sağlamıştı. Bunu görmek bakımından sadece şiirle değil, şiir çevirilerinin bollaşmasına ve yetkinleşmesine dikkat etmek bir fikir verebilir. Bu dönem şairlerinin şiir çevirisine de ciddi bir uğraş olarak bakmaları bir yana, Cevat Çapan gibi usta bir çevirmenin çeviri şiir dilinin oluşmasında aynı atmosferin etkili olduğunu sanıyorum.
Eleştiriler ise esas itibariyle iki noktada toplanıyordu. Bunlardan ilk akla geleni, eski şiirimizi dışta bırakan yapılaşmaya tepki idi. Cumhuriyet ideallerinin sağladığı garantiye dayanarak bu tepki hafife alınmıştır. Akademisyenlerin şiir ortamından uzak durmasına da pek aldırılmamıştır. Aslında ellilerde şiir ortamının kontrolü şairlerin elindeydi. Bunun olumlu olduğuna şüphe yoktur. Bir kuşak öncesine kadar şairin dünyasıyla akademisyenlerin dünyası arasında görüşme, tartışma ve saygı bağlantısı bulunmaktaydı. Üstelik, saygının yönü daima akademisyenlerden şairlere doğru idi. Bu yöndeki saygı, dolunayın adım adım küçülmesi gibi ışığından yoksun kaldı. Şiir alanındaki kontrol şairlerin elinde olduğu sürece bu durumun bir zararı olduğu söylenemez. Ancak bir süre sonra şiirin yeşerdiği saha “sormagir mahallesi”ne dönüp “amatörlük kültü”nün her şeye meydan okumasında, acaba o kopukluğun rolü yok muydu? Edebiyat profesörlerinin yeni şiirin diline girmede, oldukça çekingen kaldıkları bir gerçektir. Bu, sonucun ortaya çıkmasında, eski şiirimizi dışta bırakan yapılaşmanın hissesi az değildir. Üniversite çatısı altında olup da şiirin gündeminden kendisini sorumlu sayan son örnek, Mehmet Kaplan oldu. O, Tanpınar’ın akademik kariyerinden devraldığı bir çalışma biçimini kendi dağarcığı içinde sürdürürken, bir bakıma, üniversiteye düşen sorumluluğu da üstlenmiş oluyordu. Üniversiteye düşen sorumluluk genel olarak kendisini, eski şiirden kopma’nın giderilmesi arzusu ile ifade etmişti. Eski şiirimizle bağlantı noktalarının oluşması, kopmanın giderilmesi yolunda ipuçları sağladığı gibi, yeni şiir karşısında akademisyenlerin tepkisindeki kırılmalar, o bağlantı noktalarında yoğunlaştı.
Eleştirilerin toplandığı ikinci nokta, yazılı kültürle fazlaca bağlantılı olunması, yani literer karakterle ilgili idi. 1930’larda sanat algısı ile hayat algısı arasındaki doğu-batı farkı itici güç olmuş iken, bu kere batının yazılı kültürüyle girilen ilişkinin biçimi eleştirilere sebep oluyordu. “Halktan uzak” diye yapılan eleştirilerin temelinde, hayattan uzaklaşıp kelimelere yapışmaya, yani kelimelerin bile “nesne” gibi algılanmasına karşı duyulan köklü rahatsızlık bulunmaktadır.
Bu rahatsızlığın dile getirilmesiyle ve onu dile getirenlerde modern şiirin “sözlü gelenek”e dayanan kolu önem kazandı. Şu var ki; şairler bunu kendilerine uygun bir söyleyiş biçimi olduğu için değil, o zamanların şartları içinde halkla irtibat kurmada kolaylık sağlayacağını düşündükleri için seçmişler idi. Bu eğilim, yazılı kültüre kitabi anlamda yaklaşımı sarsarak şiir ortamına yeni bir hareket getirdi. Fakat ülkemiz, şairlerin şiir ortamının merkez-i sıkletinden uzaklaştığı, özgün bir “şiir hareketi”nin belirleyiciliğini engelleyen faktörlerin devreye sokulduğu bir sürece girdi. Şiirin kendisi, kaynakları ya da yorumundan ziyade, asıl tanımını siyaset ve felsefe alanlarında bulunan teorileri tartışmak, şiiri de bu tartışmalarda destek unsuru saymak modalaştı. Şairin, tehlikeli sahnelerde oynayan bir dublör olması yeğlendi. Kendi kozasını örmesi, muhayyileyi dolduran ağrı veren, aç bırakan, doyum arayan, pişiren iç deneyler, “kendi bileceği iş” tavrıyla karşılandı. Kısacası, estetik tercihte köklü bir değişim isteği olmuştu. Bu istek zayıf tabanlı bir birikimle yola çıktı. 1960’lı yılların sonlarında şiir ortamının kazandığı gençleşme, bu suretle sadece başlangıç ve atılımdan ibaret kalan bir hareket getirdi.
Türk Modern Şiirinin Doğası • Ebubekir Eroğlu
Yapı Kredi Yayınları
https://www.yapikrediyayinlari.com.tr/modern-turk-siirinin-dogasi.aspx