Tanzimat’a kadar mensup olduğumuz, Cumhuriyet ile beraber tamamen koptuğumuz İslâm-Osmanlı medeniyetinde bir bilim tarihi var mıydı? Her şeyden önce İslâm-Osmanlı medeniyetinde bilim, günümüz açısından büyük oranda, yukarıda verilen bilim tanımını andıran ve Batı’ya etkisi oranında dikkate alınan bir alandır. Başka bir deyişle, kendi kökeni, gelişimi ve sorunları, kısaca kendi paradigması içinde incelenen bir alan değildir. Bu noktayı daima göz önünde bulundurmak kaydıyla, yani şimdilik bilimin tanımını müphem bırakarak İslâm medeniyetinde bir bilim tarihinden bahsedilebilir mi? Bu soruya yanıt vermeden önce şu noktanın iyice belirgin kılınması gerekir: Bilim tarihi, bir paradigma içindeki unsurların geçmişini, başka bir deyişle o geçmişin takvimini, kronolojisini vermek değil, nasıl ve niçinini yani illetini/nedenselliğini belirlemektir. Bu tür bir tavır ancak ve ancak yeninin olduğu, fark edildiği yerde, eskinin bir geçmiş olarak idrak edilmesiyle ortaya çıkar. Bu anlamda İbn Nedim, “yeniler” (muhdesün/modernler) olarak adlandırdığı bilginlerin ürettikleri yeniye (cedid) nispetle İslâm öncesi bilme faaliyetlerini eski (kadim) diye adlandırır ki bu, bir fark ediştir. Benzer biçimde Ömer Hayyam’ın “üçüncü derece denklemler” in çözümünde kendi getirdiği yeniliğin farkında olarak, Yunan’dan başlayan bir üçüncü derece denklem tarihi vermesi, dar bir alanda, bir bilim tarihi çalışması olarak görülebilir.
Aynı şekilde Kutbuddin Şirâzi’nin Fe’altu felâ telum ile İbn o Şâtır’ın Nihâyetu’s-sûl fi tashihi’l-usûl adlı astronomi eserlerinde kendi ortaya koydukları tespitlerin yeniliğine dikkat çekerek benzer konudaki geçmiş teşebbüslerin tarihçelerini vermeleri bir tür, ama yine dar anlamda, bilim tarihi çalışması sayılabilir. İslâm-Osmanlı medeniyetinde matematik, astronomi, fizik, kimya gibi muhtelif sahalarda buna benzer farklı birçok örnek verilebilir.
İslâm-Osmanlı medeniyetinde çok çeşitli alanlarda kaleme alınan şerhler, şerh edilen konunun ait olduğu paradigma içindeki tarihini de verir. Bu açıdan şerhler, üzerinde yorum yapılan konunun geçmişini bilme anlamında, birer tarihi arka plan çalışması olarak değerlendirilebilirler.
Bu duruma en güzel örnek Bahâuddin mili’nin Hulâsatu’l-hisâb adlı eserine Osmanlı Dönemi’nde yazılan şerhlerde hemen hemen her konuya ilişkin farklı görüşlerin bilgin adları zikredilerek verilmesidir. Diğer bir örnek olarak Ali Kuşçu nun Şerhu’t-Tecrid‘inde, mesela hareket bahsinde, İslâm-Osmanlı medeniyetinde konuya ilişkin ileri sürülen önemli düşüncelerin -sahipleriyle birlikte- zikredilmesidir. Benzer durum hemen hemen tüm şerh ve hâşiyelerde görülür. Bu nedenlerle şerhler incelenen konunun geçmişini, konuya ilişkin farklı fikirlerin sahiplerini ve gelişimini bilmek için vazgeçilmez kaynaklardır.
Öte yandan bilimler sınıflandırması (tasnifu’l-‘ulûm) sahasındaki eserler ile enmüzec türü kitaplar da yine konuları, geçmişini bilme anlamında birer tarihi arka plan araştırmalarıdır. İbnu’l-Ekfâni’nin İrşâdu’l-kâsıd ilâ esna’l-mekâsıd’ı, ile Taşköprülüzâde’nin (1495-1561) Miftâhu’s-se’âde ve misbâhu’s-siyâde‘si başta olmak üzere, Davud Kayseri (ö. 1350), Mehmed Şah Fenâri (ö. 839 h. / 1436 m.), Nev’i Yahya Efendi (1533-1599), Mehmed Emin Şirvâni, Saçaklızâde Mehmed Maraşi (1679-1732) gibi pek çok tasnifu’l-’ulûm ve enmûzec sahibi ismin çalışmaları, yine konunun geçmişini (takvimini) bilme anlamında değerli bilgiler içermektedir. Öte yandan başta Taşköprülüzâde’nin eş-Şekaiku’n-Nu’mâniyye fî ulemâi’d-Devleti’l-Osmâniyye‘si olmak üzere Şekâik’in Türkçe ve Osmanlıca zeyilleri ile diğer tabakat kitapları da bilginlerin hayat hikâyeleri ve eserleri çerçevesinde bilimin gelişimi hakkında bilgiler vermektedirler.
İslâm-Osmanlı medeniyetinde bilginlerin mensup oldukları ilmi paradigmayı -örnek olarak tıp alanında- eski (kadim) görüp yeniyi (cedid) fark etmelerinin; hem kendi kültürlerine hem de gelen yeni bilgilerin kökenlerine ilişkin bir tarih bilinci oluşturduğundan söz edilebilir. Abbas Vesim Efendi’nin Dustûru’l vesîm fî tıbbi’l-cedîd vel-kadîm adlı eseri bu duruma iyi bir örnektir. Benzer biçimde Avrupa kaynaklarından tercüme-derleme yoluyla hazırlanan pek çok çalışmada, Osmanlı bilginlerinin kendi bilgi birikimlerini eski, Avrupa’dan gelen bilgileri ise yeni görmeye başladıkları gözlemlenebilir. Bu tavrın XX. yüzyılın başlarına kadar sürdüğü ve pratik bilimlerden teorik bilimlere doğru yavaşça ilerleyen bir seyir takip ettiği söylenebilir. Kanımızca, kendi mensup olduğu paradigmayı oldukça ciddiye almasına karşın, ondan yine ciddi manada şüphelenmeye başlayan ilk kişi Kâtib Çelebi’dir (1609-1657). Kâtib Çelebi bir yandan Keşfu’z-zunûn ‘an esâmil-kutub ve’l-funûn ile kendi mensup olduğu medeniyetin eser bağlamında ilmi dökümünü çıkartırken, diğer yandan Sullemu’l- vusûl ilâ ‘ulemâi’l-fuhûl ile bilginler bağlamında biyografik bir dökümünü yapmaktaydı. Kâtib Çelebi’nin bu eserleri hazırlamadaki bir niyetinin de yeni haberdar olmaya başladığı Avrupa bilim hayatı karşısında kendisine ait olanı belirlemek olduğu söylenebilir. Coğrafyaya olan özel ilgisi, ufkunu genişletir; tarihe olan ilgisi ise derinleştirir. Ancak yine de örgün eğitim içinde yetişmediğinden kendi mensup olduğu paradigmanın derinliklerine, tüm samimi niyetine karşın, iyi nüfuz edemez. Kâtib Çelebi, bu özel durumuyla, başta Adnan Adıvar ve Hilmi Ziya Ülken olmak üzere, daha sonraki Osmanlı bilim ve düşünce tarihi çalışanlarınca özel bir yere konulur. Zira Tanzimat’tan sonra ve Cumhuriyet Dönemi’nde pek çok kişi İslâm-Osmanlı medeniyetine bakışta, kendini Kâtib Çelebi’ye yakın görür; çünkü hepsi de doğal olarak, Kâtib Çelebi gibi kendini paradigmanın dışında tutmaya çalışır.
Kâtib Çelebi’nin, ait olduğu paradigmanın tarihine yönelişi ve sonrasında gelen bilgin ve aydınların mensup oldukları paradigmanın tarihine yönelmeleri, bir anlamda Avrupa’dan gelen yeni karşısındaki farkı idraklerinden kaynaklanır. Bu anlamda Osmanlı-Türk aydınının hem kendinin hem de kendi dışındakinin bilme tarzının tarihine yönelmesi, belirli oranda dışarıdan uyarılmış bir yönelmedir. Çünkü ya büyük oranda kendi medeniyetini Batı ile karşılaştırarak konumlandırmakta ya da Batı kaynaklarından hareketle kendi medeniyetine, Batı’ya etkisi oranında bir değer vermektedir. Bu etki, belirli bir tarihte, Latince’ye tercümelerin tamamlandığı yaklaşık XIII. yüzyılda bittiği için de kendini, yani İslâm-Osmanlı, hatta Osmanlı-Türk bilme tarzını atlamaktadır (kayıp halka). Bugün Türkiye’de Osmanlı bilme tarzıyla ilgili sorun, bir deyimle dile getirilirse, “yanlış baba dinleme”nin bir sonucudur. Bu konuya aşağıda tekrar dönülecektir.
İslâm-Osmanlı bilgininde uyarılan bu dikkat, ilk önce kendi bilgi birikimine atıf yaparak tezahür eder. Eğinli Ebü Sehl Nu’mân b. Sâlih (6. 1166h. / 1753 m.’den sonra) Tebyin-i a’mâli’l-misâha adlı Türkçe eserinde, Batı Avrupa ve İngiltere’deki ilm-i misâha konusunda fikir serdederken üç maddeyi özellikle vurgular: Birincisi, Batı’daki konuyla ilgili bu bilgilerin asıl kaynağı Endülüs İslâm medeniyetidir; başka bir deyişle bu medeniyetten tercüme edilen kitaplar sayesinde Avrupa’da bugün bu bilgi birikimine ulaşılmıştır. İkincisi, tüm bu ilimlerin aslı (teorisi), bizde yani Osmanlı coğrafyasında mevcuttur. Üçüncüsü, sorunun sıklet noktasıdır: “Ama bizde bu işlerin ameli-tatbiki tarafı, kısaca mühendislik/teknolojik tarafı eksiktir.”
Eğinli, olayın bağlamı dikkate alındığında şunu da demek istemektedir: “Aslı/teorisi bizde olduğu için istediğimiz zaman ameli/ tatbiki tarafını da inşa edebiliriz.”
Eğinli’nin cümleleri; Osmanlı bilginlerinin, daha baştan teorik (nazari) bilgi ile teknik (fen) bilgi arasındaki ayrımın farkında olduklarını ve Avrupalıların teknik bilgide mesafe katettiklerini bildiklerini göstermektedir. Benzer bir durum, Ebu Bekir b. Behrâm b. Abdullah ed-Dımeşki’nin (6. 1102 h./1691 m.) Nusratu’l-İslâm ve’s-surûr fi tahriri Atlas Mâyûr (Atlas Maior) adlı eserinde, “Avrupalıların astronomi ve coğrafya söz konusu olduğunda Nasiruddin Tûsi, Fahruddin Râzi, Nizârmuddin Nisâbûri ve Ali Kuşçu’yu o tanıdıklarını, ondan sonra İslâm-Osmanlı dünyasında her şeyin bittiğini zannettiklerini” belirtir ve ardından da bu değerlendirmelerin tam aksine, Osmanlı coğrafyasında astronomi bilimini bilen onlarca insan bulunduğunu söyler. Ancak Eğinli gibi o da “Osmanlı bilginlerinin bu ilimleri hep nazari olarak bildiklerini ameli-tatbiki açıdan bu ilimlerde zayıf olduklarını” ekler.
Yenileşme öncesi döneme ait İslâm-Osmanlı kültür havzasına ait bilgin ve düşünürlerin tavırları ne kadar farklı yorumlanırsa yorumlansın, Batı-Avrupa’da ortaya çıktığı ve Aydınlanma’da nihai formuna kavuştuğu biçimde ne bilim ne de bu bilimin bilme tarzına karşı konulan tarih İslâm-Osmanlı dünyasında mevcut bulunduğundan bu ikisini bir araya getiren -yine yukarıda tanımlandığı biçimiyleköprü bir bilim tarihi kavramından bahsetmek doğru değildir. Tersine -yukarıda da dile getirildiği üzere İslâm-Osmanlı medeniyetinde bu tavır, İslâm-Osmanlı bilginlerinin kendi mensup oldukları paradigmanın geçmişini bilme, birikimini ortaya koyma şeklinde tezahür eder.