İsmet Özel “yabancılaşma” sorunsalının esasen Batı uygarlığının meseleleri arasında olduğunu vurgulamaktadır. Özel, yabancılaşmayı açıklamaya, İslâm’ın insan tasavvurunu irdelemekle başlamaktadır. Çünkü insanın, kendisinin ne olduğu/olmadığı hakkındaki bilinçli kararı, neye yabancılaştığını anlamak konusunda ona bilgi sağlayacak sağlıklı bir yol olacaktır.
İsmet Özel’e göre modem Batı uygarlığının insan anlayışıyla İslâm’ın insan anlayışı arasında çok önemli ve temel bir fark vardır. Bugünkü Batı entelektüelizmi de dahil olmak üzere aydınlanmadan sonraki Batılı tasavvurlar, insanın hayvani özelliklerine vurgu yapmışlar, onun melek yönünü ısrarla görmezden gelmeye çalışmışlardır. Kilise bile her ne kadar yaratılış konusuna yer veriyorsa da insanın yeri konusunda mekanik bir kavrayıştan öteye geçememiştir ve insanı hayvana benzeten görüşlere karşı duramamıştır.
İslâm’ın insan tasavvuruna gelince: İsmet Özel burada, İslâm’ın, insanı değer olarak yaratılmış olanlar piramidinin en tepesine koyduğunu belirtmektedir. İnsan Kur’an’da “eşref-i mahlukât” yani yaratılmışların en değerlisi olarak tanımlanmaktadır. Bu bakımdan insan, kendi başına değerlidir ve tanımı kendinde içkindir. Ancak aynı zamanda insan, şehvetin ağır bastığı hayvani özellikleri de kendinde taşımaktadır, Kur’an, şehvetinin ve arzularının peşinden giden insanı hayvandan da aşağıda saymaktadır. Sonuç olarak insan ne meleğin bir türevidir; ne de şeytanın bir türevidir, fakat ikisinin arasında istisnai konuma sahip bir varlıktır. Özel’e göre insana bir nitelik ekleyerek onu hayvana benzeten Batı uygarlığı, onun tatmin araçları karşısındaki zaaflarını istismar etmiştir. (Özel, 1992; 62-64)
Müslüman yazarların yabancılaşmayı, “kendi asıl değerlerine yabancılaşma olma” anlamında kullandıklarını hatırlatan Özel, bunun yerine “inançlarına yabancılaşma” anlamına gelen Kur’ani tabirlerin kullanılmasının daha yerinde olacağını söylüyor. Buna göre, yabancılaşma yerine günahkârlık, fasıklık, zalimlik, irtidat veya gâvurlaşmak gibi kavramlar kullanılabilir, diyor. Ama eğer bir inanışın yolundan giderek Müslümanlar kendi çağlarına yaşayış ve düşünüş olarak gerçekten “yabancı” kalacaklarsa, bu gerçekten de olumlanacak bir şeydir. Hatta bu, Müslümanın kendi otantik özgür olma biçimidir ve gereklidir: “Müslüman, çağına rağmen belli bir görevi yüklenmiştir diyoruz. Yani içinde bulunduğu durumu veri olarak kabul edip şartların elverdiği bir hareketi yürütmeye değil; kendi düsturlarını esas alıp çağın şartlarını bu düsturlar doğrultusunda yeniden biçimlendirmeye memurdur. İşte bu özellik onu çağının esiri olmaktan alıkoyup çağın sırtını yere çalma mevkiine getiriyor.
Müslümanın çağ karşısında son derece aktif, ilgili, müdahaleci bir tutum içinde olması mecburiyetine rağmen, çağın mantık örgüsünün dışında bir zihni yapıya sahip olma durumundadır. Açıkçası Müslüman çağın meselelerine Kitab’ın ve Sünnet’in gösterdiği istikamette çözümler getirecek ama çağın zorlamalarına boyun eğmeyecektir. Bu haliyle de çağın isteklerine yabancı kalacaktır.”
Burada İsmet Özel’in yabancılaşma dediği şey ile Albert Camus’nün ortaya attığı “yabancılaşma” kavramları arasında fark vardır. İsmet Özel için insanın yabancılaşması gereken değerler vardır. Çünkü daha sıkı bağlanılması gereken değerler vardır. Camus ise bireyin kendinden, kendi olma bilincinden başka, Tanrı da dahil olmak üzere her şeye karşı geliştirdiği mesafeliliği, giderek -yalnız- bırakılmışlığı yabancılaşma olarak algılamaktadır. Birey orada, İsmet Özel’in tarif ettiğinin tersine, herhangi bir değerler kümesine yaklaşıp ötekilere sırtını çevirmez, Yeryüzünde, insanlık tecrübesiyle ortaya çıkmış bütün bağlayıcı kurallara karşı çıkar. Bu karşı çıkış, insanları birbirinden uzaklaştıran, akla aykırı ve insanın mutluluğunu ortadan kaldıran değerlerin akıl yoluyla bertaraf edilmesini öngörmektedir. İnsan, özgürlük için, mutluluk için, oluşmuş bütün değerlere başkaldırmalıdır. İnsanın yeryüzündeki yaşama macerası, Sisyphos meselindeki gibidir. Özgürlük ve mutluluk için çabalamaktadır. Ancak insanın bu mutlak başarısızlığa mahkum bu çabası, her defasında tepeden aşağıya yuvarlanan kaya gibi çökmektedir.
İsmet Özel’e geri dönersek; yabancılaşmanın kökeninde ona göre Protagoras’tan beri bir şekilde söylenegelen “İnsan her şeyin ölçüsüdür.” şeklindeki anlayış, yani hümanist insan görüşü ve tanrıtanımazlık vardır. Hümanist görüşe gön insanın hayatına yön verecek kurallar sadece insanın kendi özündedir. İnsanın ahlâki seçimlerini düzenleyecek insanüstü bir kural koyucu tanınmamaktadır. İnsan kendi özünün doğrultusunda davrandığı zaman iyi, doğru ve güzel davranmış; kendi özünden uzaklaştığı zaman da kötü, yanlış ve ahlâk dışı davranmış olacaktır. Burada “Acaba” diyor yazar, “insanın özü ve yapısı dedığimiz şey onun biyolojik varlığı ile sınırlı bir şey midir? Yani insan da hayvanlar, hattı bitkiler gibi gıda, güvenlik ve cinsellik dürtülerinin birbirleriyle bağlantılı örgüsü içinde bir ‘öz’ e mi sahiptir; yoksa insan olmanın kendine özgü üstün (supra) vasıfları var mdır? Açıklamaları içinde “Allah” kavramına yer vermek istemeyenler, insanı tabiatın bir ürunü olarak algılamaya yatkın olanlar; insanı tabiat ve tabii gelişme ortaya çıkarmış ise, onun ahlâkı da tabiatın ona verdikleriyle belirmeyecek midir?”
Özel, bu kritik noktada tanrıtanımazların açıklamalarının yön değiştirdiğini ve insanın, tabiatın sunduğu şartlar altında oluşmuş ama sahibi bulunduğu “akıl” yoluyla kendini gerçekleştiren bir varlık olarak görülmeye başlandığını söylüyor. İnsanı yaratılmış olarak kabul etmeyince, onu kendi kendinin sebebi (causa sui) bir varlık olarak görmek kaçınılmaz hale geliyor.
İnsan eğer kendi varlığından ayrı bir akla sahipse, yani bilinçli bir “ben”e sahipse, demek ki iki tane “ben”e sahiptir. Biri düşünen ve bilinçli olan “ben”; diğeri de düşünülen ve bilinçsiz olan “ben”. İnsan bu durumda bilinçli bir varlık olarak, bilinciyle evrenden kesin kez ayrılmış, bilincinden dolayı evrenden kopmuş bir varlık olması yanında; bilinçsiz tarafıyla da evrenden bir parça olmuş olacaktır. İnsan böylece içinde iki kutup taşıyan bir varlık olacaktır. (Özel, 1992; 69-76)
İsmet Özel, ünlü düşünür Erich Fromm‘dan bir alıntı yaparak, Batı felsefesindeki Varoluşsal Yabancılaşma kavramının nereden neşet ettiğini bulmaya çalışmaktadır. Erich Fromm şöyle diyor: “O (insan) tabiatın bir parçasıdır, değiştirmeye gücünün yetmediği fiziksel yasalara uyar, yine de tabiatın geriye kalan kısmını aşar. Bir parçası olan şeyden ayrı tutulmuştur, yurtsuzdur, yine de bütün diğer varlıklarla paylaştığı bir yurda zincirlenmiştir. Bu dünyanın tesadüfi bir yerine ve zamanına fırlatılmıştır, fakat yine tesadüfen o yer ve zamandan çıkmaya zorlanmaktadır. Kendinin bilincinde olarak, kendi güçsüzlüğünü ve varoluşunun sınırlarını kavrar. Kendi sonunu görür: ölüm. Varoluşun çift başlılığından kurtulamaz. İstese de aklından vazgeçemez; yaşadığı sürece de bedeninden vazgeçemez ve bedeni onu canlı kalmaya zorlar” (Özel, 1992; 70)
İnsan içinde bulunduğu durumun bütün sınırlılığına, bütün fizik güçsüzlüğüne rağmen, bilinci yoluyla insan varlığının mümkünlerini bilir. Bu mümkünler insana birçok nitelikte doyumlar yaşatacakken -insan bunu bilir- fiziki sınırlılığı yüzünden kendini yalnızca bir yönde gerçekleştirebilir. Birçok mümkünler arasından yalnızca bir tanesinin gerçekleştirilmesi, insanın zihniyle varlığı arasında bir farklılık bir yabancılaşma yaratır. İnsan sohbete ayırdığı zaman parçasını bir daha başka bir çalışmaya hasredemez. Uzun bir eğitimden sonra elde edilen bir meslek belli bir yaştan sonra değiştirilemez. İnsan yabancılaşmış bir varlıktır ve artık varoluşundaki yabancılaşmayı hiçbir zaman aşamayacaktır.
Özel’e göre, yalnızca tanrıtanımaz varoluşçuluk alanına hasredildiği sürece yabancılaşma meselesi aşılamayacaktır. “Çünkü insan özne olarak nasıl yalnızsa; nesne olarak da anlamsızdır. İnsanın, yalnızlığına son verecek sebebi kendi icat etmesi, evrene anlamını insanın kendi kazandırması zorunlu olur.” İsmet Özel, burada yabancılaşma ile tanrıtanımazlık arasında bir bağlantı kurarak devam ediyor ve diyor ki, “Bu zorunluluk, hakikatin insanın dışında aranmaması durumunda geçerlidir.
Yani yabancılaşma, tanrıtanımaz düşüncenin sonucu olduğu kadar sebebi de olabilir. İnsanın yabancı olması için, kendinin Allah tarafından belirlenmiş bir ben’i olduğunu bilmemesi gerekir. Hayata ve evrene anlamının Allah tarafından verilmiş olduğunu anlamamak, ben’in yabancılaşmasına yol açacaktır. Açıkçası, yabancılaşmayı reel bir mesele gibi anlayan “özne” yalnızca tanrıtanımaz olabilir.”
İsmet Özel yabancılaşma sorununun aşılamamasının, kaçınılmaz olarak bir değer anarşizmine ya da değerin insan için düpedüz “imkânsızlığına” yol açacağını savunmaktadır. Zira, yere ve zamana göre değişen kendi anlayışına bağlı olarak, içinde henüz temel çatışmaları, zıtlıkları çözememiş insanoğlu nasıl olacak da bu değerleri keyfi bir biçimde mutlak değer katında benimseyip benimsetecek? (Özel, 1992; 70)
Bir Masal İsmet Özel’i – Selahattin Yusuf
Profil Kitap