Benim kanımca bu malaise‘ın, bu mal du siecle‘ın özünde yatan şeyi daha geniş olarak irdelemek isterim. Modern insanın mustarip olduğu hastalık, yabancılaşma hastalığıdır. Yabancılaşma kavramı onlarca yıl boyunca unutulup gitmişti, ama son zamanlarda yeniden popülerlik kazandı. Bu kavramı bir zamanlar Hegel ve Marx kullanmıştı ve esasen varoluşçuluk felsefesinin, modern toplumda insanın artan yabancılaşmasına karşı bir başkaldırı olduğu haklı olarak söylenebilir.
Yabancılaşma tam olarak nedir? Batılı geleneğimizde, yabancılaşma sözüyle -“yabancılaşma” kavramı olarak değil, daha çok, peygamberlerce kullanılan anlamda “putperestlik” kavramı olarak- kastedilen şey zaten büyük bir rol oynamıştır. Birçok kişi, putperestlik denilen olgu ile tek gerçek tanrının varlığına inanan tektanrıcılık arasındaki farkın sırf sayı meselesinden ibaret olduğunu safça farz eder: Paganların birçok tanrısı olduğu halde, tektanrıcıların yalnızca bir tanrıya inanmalarından ibaret olduğunu zanneder. Ne var ki, esas fark bu değildir. Eski Ahit peygamberlerine göre, esas mesele, putperestin, kendi ellerinin eserine tapmasıdır. Putperest eline bir ağaç alır. Bir parçasıyla, örneğin ekmek pişirmek için ateş yakar; ağacın diğer parçasını ise oyup şekillendirerek tapacağı bir figür yapar. Ama taptıkları sırf nesnelerden ibarettir. Bu “nesneler”in burnu vardır ama koku almaz, kulakları vardır ama işitmez, ağzı vardır ama konuşmaz.
Putperestlikte olan biten nedir? Eğer putperestlik, peygamberce düşünce gibi anlaşılırsa, o zaman olan biten tam da Freud’un dediği aktarım olgudur. Bana kalırsa, aktarım, psikanalizde bildiğimiz haliyle, bir putperestlik dışavurumudur: kişi, kendi etkinliklerini ya da deneyimlediği tüm şeyleri —sevgi gücünü, düşünce gücünü— kendisi dışındaki bir nesneye aktarır. Bu nesne bir kişi olabileceği gibi, ağaçtan ya da taştan bir şey de olabilir. Bir kişi, bu aktarımsal ilintiyi kurar kurmaz, yalnızca kendi insani işlevlerini aktarmış olduğu nesneye boyun eğerek kendi kendisiyle ilişki kurar. Dolayısıyla, sevmek (yabancılaşmış, puta tapıcı bir tarzda sevmek) şu anlama gelir: Ancak tüm sevme yeteneğimi aktarmış olduğum puta kendimi teslim ettiğim zaman severim. Ya da: İyilik niteliğimi aktarmış olduğum puta kendimi teslim ettiğim zaman iyiyim. Akıl, kuvvet -aslında tüm insani karakteristikler- açısından aynısı geçerlidir. Put güçlendikçe -yani, ona aktarım yaptıkça- ben güçsüzleşirim ve ona giderek daha bağımlı hale gelirim, çünkü neyim var neyim yoksa hepsini aktarmış olduğum şeyi kaybedersem ben de kaybolurum.
Psikanalizde aktarım, esasen bundan farklı değildir. Psikanaliz elbette çoğunlukla babayla ve anneyle ilişkili aktarımları ele alır, çünkü bir çocuk, kendi deneyimlerini aktardığı kişileri babasında ve annesinde görür. Bununla birlikte, asıl önemli olan, çocuğun babasına ve annesine aktarım yapması olmaktan çok, aktarım olgusunun kendisidir, olgunlaşmamış kişinin bir put arayışına girmesidir.
Eğer kişi, tüm yaşamı boyunca ibadet edeceği bir put ya da idol bulmuşsa, o zaman çaresizliğe düşmesi gerekmez. Bana kalırsa, birçok kişinin analiste gitmeyi böylesine sevmesinin, sonra da hiç ayrılmak istememesinin ve koskoca toplumların, eskiçağ putları kadar kof, onlar kadar uydurma oldukları halde halkı kendilerine bağlamak için aktarım yapmaya özendiren sözde liderlerin ardından gitmelerinin nedenlerinden biri budur.
Elbette, modern toplumda ne Baal ne de Astarte vardır. Çoğu isimler ile nesneleri karıştırdığımız için de isimleri artık duyulmaz olunca nesnelerin de var olmadıklarına ikna olmaya dünden hazırızdır. Ne var ki, gerçekte bugün, önceki yüzyıllardakine kıyasla çok daha pagan ve çok daha putperest bir toplumda yaşıyoruz.
Hegel’e ve Marx’a göre, “yabancılaşma”, kişinin kendisini kaybetmesi ve artık kendisini etkinliklerinin merkezi olarak algılamaz olması anlamına gelir. Kişi pek çok şeye sahiptir ve pek çok şey kullanır, ama kendisi azdır: “Ne denli az olursanız, yaşamınızı ne denli az ifade ederseniz, ne denli çok sahip olursanız, yabanlaşmış yaşamınız o denli büyür ve yabanlaşmış varlığınızı o denli fazla korursunuz.” Kişi yalnızca az olmakla kalmaz, bir hiçtir de; çünkü kendisinin yaratmış olduğu şeylerin ve koşulların egemenliği altındadır. Büyücünün yamağı Golem gibidir. Modern insan, kendi elleriyle yaptığı şeylerin denetimi altındadır. Kendisi bir şey haline gelir. Bir hiçtir, yine de kendisini devletle, üretimle, şirketle bütün hissettiği zaman, büyüklük duygusuna kapılır.
Modern insanı oluşturan, kendisinin yarattığı şeylerdir. Bunu gündelik bir gözlemle açıklayacak olursak: Bir kişiyi, yalnızca televizyondan tanıdığı birine benzettiği zaman, “Tıpkı televizyonda olduğu gibi görünüyor!” der. Gerçeklik, TV görüntüsüdür; o kişinin hakikaten nasıl göründüğüne ilişkin algının doğruluğu ölçülürken o gerçeklik esas alınır. Eğer tıpkı televizyonda olduğu gibi görünüyorsa, o zaman gerçeklik algısı doğrudur. Gerçeklik, dıştaki şeyde yatar ve gerçek kişi, sadece bu gerçekliğin bir gölgesidir.
Modern insanın gerçeklik algısı, (Hans Christian Andersen’in) “Kral Çıplak” masalındaki insanlarınkinden temelli farklıdır. Gerçekte kral çıplaktır, ama küçük oğlan dışındaki herkes harika giysiler gördüğüne inanmaktadır. Herkes, kralın harika giysilerinin olması gerektiğine başından beri inandırılmıştır (bu yüzden, kendi algısını -kralı çıplak gördüğünü- reddeder ve uydurma bir kral imgesini benimser).
Bu olgu, yani kral çıplak olduğu halde onun giysilerini görme olgusu, binlerce yıldan beri varlığını korumuştur. En ahmak insanların bile yetkili makamlara gelebilmelerinin nedeni budur.
Öyleleri, bilge olduklarına ilişkin inançlarını ilan ederler ve bu bilgeliği kanıtlamaları gerektiği zaman ise çoğunlukla -halk için- iş işten çoktan geçmiş olur. “Kral Çıplak” masalında kral yine de vardır. Asıl mesele, halk onun giyinik olduğuna inanmasına rağmen, gerçekte çıplak olduğudur. Ama günümüzde artık kral mevcut değildir! Günümüzde insan, ancak dışarıda bir yerlerde durduğu ölçüde gerçektir. O ancak şeyler aracılığıyla, mal mülk aracılığıyla, toplumsal rolü aracılığıyla, “persona”sı (büründüğü rol) aracılığıyla oluşur; ama yaşayan bir kişi olarak gerçek değildir.
Nükleer silahlar, yabancılaşmanın ne olduğunun son derecede çarpıcı ve ürkütücü bir simgesidir. Bunlar insan ürünüdür. Gerçekte, insanın en büyük zihinsel başarılarının bir ifadesidir, ama bizi kontrol eden onlardır. Gün gelip bizim onları kontrol edeceğimiz çok şüphe götürür bir hal almıştır. Biz, yaşamak isteyen canlı kişiler, görünüşte her şeye gücü yeten insanlar olmamıza rağmen gitgide güçsüzleşiyoruz. Kontrol ettiğimize inanıyoruz, ne var ki biz kontrol ediliyoruz; bir zorba tarafından değil, şeyler tarafından, koşullar tarafından. İradesi ya da amacı olmayan insanlar olup çıkıyoruz. İlerlemeden ve gelecekten söz ediyoruz, oysaki gerçekte hiç kimse nereye gittiğini bilmiyor, hiç kimse gidişatın nereye doğru olduğunu söylemiyor ve hiç kimsenin bir ereği yok.
On dokuzuncu yüzyılda, “Tanrı öldü”, denilebilirdi. Yirminci yüzyılda ise insanın öldüğünü söylemek gerekir. Günümüzde şu özdeyiş kulağa doğru geliyor: “İnsan öldü, yaşasın nesne!” Bu yeni insanlık dışılığın, bugünlerde tasarlanan nötron bombası düşüncesinden daha mide bulandırıcı bir örneği belki de yoktur. Nötron bombası ne yapacak? Canlı her şeyi yok edecek ve geriye yalnızca canlı olmayanları -nesneleri, evleri, sokakları- bırakacak.