Bir köşede iskambil falı açan komutanın karısı:
– Ne dedin, ne dedin İvan İgnatyiç? diye sordu. İyice işitemedim.
Yüzümün asıldığını gören ve verdiği sözü anımsayan İvan İgnatyiç bozuldu, ne karşılık vereceğini bilemedi. Şvabrin imdada yetişti bu sırada: – İvan İgnatyiç barışmamızı kutluyor da, dedi.
– Fakat kimle kavga ettin anacığım?
– Pyotr Andreyiç’le. Oldukça sert bir tartışma geçti aramızda. – O da niye?
– Hiç yoktan. Bir şiir yüzünden, Vasilisa Yegorovna.
– Tam da kavga edecek şeyi bulmuşsunuz! Şiir yüzünden!.. Peki, nasıl oldu?
– Bakın, nasıl oldu. Pyotr Andreyiç bir şiir yazmış geçenlerde. Bugün gelip bana okudu. Ben de kendi sevdiğim bir şiiri okumaya başladım:
Yüzbaşının kızı, yüzbaşının kızı
Sokağa çıkma gece yarısı…
Aramızda anlaşmazlık çıktı. Pyotr Andreyeviç öfkelenmişti önce. Fakat sonradan,herkesin istediği şiiri okumakta özgür olduğunu kavrayınca, tartışma sona erdi.
Şvabrin’in utanmazlığı karşısında, az kalsın çileden çıkıyordum. Fakat kaba imalarını benden başka anlayan olmadı. Hiç değilse, kimse ilgilenmedi onlarla. Konuşma şiirlerden şairlere yöneldi. Komutan, bütün bu adamların yoldan çıkmış,iflah olmaz, ayyaş kimseler olduğuna değindi. İnsanı görev yapmaktan alıkoyan, hiçbir iyi şeye götürmeyen şiir yazma işinden el çekmemi öğütledi.
Şvabrin’in orada bulunuşu sinirlerimi alt üst ediyordu. Çok geçmeden komutanla ve ailesiyle vedalaştım, eve gelip kılıcımın ucunu gözden geçirdim, Savelyiç’e beni sabahleyin saat yedide uyandırmasını emrederek çekildim.
Ertesi gün kararlaştırılan saatte ot yığınlarının arkasında durmuş düşmanın gelmesini bekliyordum. Az sonra göründü.
– Her an üstümüze gelebilirler, dedi. Elimizi çabuk tutalım. Üniformalarımızı çıkardık, kısa kollu kaftanlarımızla kaldık, kılıçlarımızı çektik. Tam o sırada, yanında beş askerle birlikte, bir ot yığınının arkasından İvan İgnatyiç çıkıverdi. Kale komutanına götüreceğini bildirdi bizi. İster istemez boyun eğdik. Askerler çevremizde sıralandılar. Tören adımları atarak bizi şaşılası bir tantanayla götüren İvan İgnatyiç’in ardı sıra kaleye yollandık.
Komutanın evine girdik. İvan İgnatyiç kapıyı açtı, gösterişli bir tavırla: – Getirdim, diye seslendi.
Vasilisa Yegorovna karşıladı bizi.
– Ah, anacığım! Nedir bu? Nasıl olur? Nereden çıktı? Kalemizde cana kıyıcılık mı tasarlanıyor? İvan Kuzmiç, hemen hapse at bunları! Pyotr Andreyiç! Aleksey İvaniç! Verin bakayım kılıçlarınızı, verin, verin, ha şöyle… Palaşka, yüklüğe götür bu kılıçları. Pyotr Andreyiç! Senden beklemezdim bunu. Utanmıyor musun? Aleksey İvaniç’e diyeceğim yok: Onu zaten adam öldürdü diye çıkardılar muhafız birliğinden. Onun yüce Tanrı’ya inandığı yok. Ya sen? Sana ne oluyor? Sen de mi onun yoluna girdin?
İvan Kuzmiç, kafasını sallayarak karısının her dediğini onaylıyor, arada bir: – Duydun mu? diyordu; Vasilisa Yegorovna doğru söylüyor. Ordu tüzüğünce düello yasaklanmıştır.
Palaşka bu arada kılıçlarımızı aldı, yüklüğe götürdü. Elimde olmaksızın gülümsedim. Şvabrin ciddiyetini bozmuyordu. Yüzbaşının karısına soğuk bir tavırla:
– Size büyük saygım vardır, dedi. Fakat bizi yargılamaya hakkınız olmadığını belirtmemek elimde değil. İvan Kuzmiç’e bırakın bunu. Onun işidir.
Yüzbaşının karısı:
– Aman azizim! diye karşı çıktı. Acaba karıyla koca, tek bir ruh, tek bir beden değil midir? İvan Kuzmiç! Esnemenin sırası mı? Hemen ayrı ayrı yerlere tık şunları. Katıksız hapis ver de akıllarını başlarına devşirsinler. Papaz Gerasim’e söyle, o da ayrıca versin cezalarını. Tanrıdan özür dileyip, insanların karşısında pişmanlık getirsinler.
İvan Kuzmiç neye karar vereceğini bilemiyordu, Marya İvanovna sapsarı kesilmişti. Fırtına yavaş yavaş dindi, komutanın karısı yatıştı ve zorla öpüştürdü bizi. Palaşka kılıçlarımızı verdi.Sözümona barışmış olarak ayrıldık oradan. İvan İgnatyiç de yanımızdaydı.
Ona sert bir tavırla:
– Bana şeref sözü verdiğinizi unutarak gidip komutana her şeyi söylemeye utanmadınız mı? dedim.
Teğmen:
– İvan Kuzmiç’e bir şey söylediysem gözüm çıksın, diye karşılık verdi. Vasilisa Yegorovna her şeyi söke söke öğrendi benden; ve komutana duyurmadan kendi yürüttü işi. Ayrıca, olayın böyle sonuçlanmasına çok şükür.
Bunu söyleyip evine saptı. Şvabrin’le yalnız kaldık.
– Bu iş böyle bitmez, dedim.
– Hiç kuşkusuz, diye karşılık verdi. Küstahlığınızı kanınızla ödeyeceksiniz. Fakat sanırım bir süre gözaltında tutacaklar bizi. Birkaç gün yalancıktan uzlaşmış görünmek zorundayız. Hoşça kalın!
Hiçbir şey olmamışcasına ayrıldık.
Komutanın evine döndüm, her zamanki gibi Marya İvanovna’nın yanına oturdum. İvan Kuzmiç evde yoktu. Vasilisa Yegorovna ev işleriyle uğraşıyordu. Alçak sesle konuşmaya başladık. Marya İvanovna, Şvabrin’le çekişmemiz yüzünden nasıl tedirgin olduğunu anlatıyordu tatlılıkla:
– Kılıçlarla dövüşeceğinizi işitince donakaldım.
Şu erkekler ne tuhaf! Bir hafta sonra kesinkes unutacakları bir söz için, boğazlanmaya, yalnız kendi hayatlarını değil başkalarının mutluluklarını da feda etmeye hazırdırlar.
Fakat ben, kavgayı sizin çıkarmadığınıza eminim. Hiç kuşku yok, Andrey İvaniç suçludur.
– Bu sonuca nereden varıyorsunuz Marya İvanovna? – Bilmem… O kadar alaycı ki! Aleksey İvaniç’i sevmiyorum ben. Kanım hiç ısınmadı ona. Fakat tuhaf şey, onun da benden hoşlanmamasını hiç istemezdim. Bu ürküttü beni.
Peki bu konuda düşünceniz nedir Marya İvanovna? Sizden hoşlanıyor mu, hoşlanmıyor mu?
Marya İvanovna kekeledi, kızardı.
– Hoşlandığını sanıyorum, diye karşılık verdi.
– Nereden anladınız bunu?
– Çünkü evlenmek istedi benimle.
– Evlenmek istedi ha! Peki ne zaman?
– Geçen yıl. Siz gelmeden iki ay önce.
– Fakat siz kabul etmediniz bunu?
– Gördüğünüz gibi, Aleksey İvaniç akıllı, varlıklı bir insan. İyi bir aileden geliyor. Bunlardan hiç kuşkum yok. Ama kilisede, herkesin gözü önünde onunla öpüşeceğimi düşündükçe… Hayır, olamaz bu! İsterse dünyayı versinler!
Marya İvanovna’nın anlattıkları gözlerimi açmıştı. Pek çok şey aydınlanmıştı kafamda. Şvabrin’in ondan niçin hep zehir gibi bir dille söz ettiğini anlıyordum şimdi. Karşılıklı eğilimimizi sezmiş, bizi birbirimizden ayırmaya çalışıyordu demek. Kaba, yakışıksız bir şaka değil de, tasarlanmış bir iftira olduklarını anlayınca, tartışmamıza yol açan sözler daha iğrenç göründüler bana. Bu kötü dilli küstah adamı cezalandırmak isteği daha da kabardı içimde. Uygun bir fırsat kollamaya başladım.
Çok bekledim. Ertesi gün bir aşk şiiri yazmaya oturmuş, kalemimin ucunu kemirerek uyak ararken, Şvabrin benim küçük pencereyi tıkırdattı. Kalemi bıraktım, kılıcımı kuşanıp çıktım.
– Niçin erteleyelim işimizi? dedi. Bizi gözetleyen yok. Irmak kıyısına gidelim. Orada kimse engel olmaz bize.
Sessizce yürüdük. Dik bir keçi yolundan inerek tam ırmağın kıyısında durduk. Kılıçlarımızı çektik. Şvabrin daha ustaydı benden. Ama ben daha güçlü, daha gözüpektim. Sonra, bir zamanlar askerlik yapmış Monsieur Beaupré’nin verdiği eskrim derslerinden yararlanıyordum. Şvabrinbu kadar tehlikeli bir hasımla karşılaşacağını beklemiyordu besbelli. Uzun süre zarar veremedik birbirimize. Sonunda Şvabrin’in gerilemeye başladığını sezerek daha bir canlılıkla saldırıya geçtim ve ırmağın ucuna kadar sıkıştırdım onu. Tam bu sırada adımın söylendiğini işittim. Şöyle bir baktım, Savelyiç keçi yolundan aşağı, bana doğru koşuyor… Aynı anda göğsüme, sağ omuzumun biraz aşağısına şiddetli bir kılıç darbesi indi; düştüm, kendimden geçtim.
Yüzbaşının Kızı • Aleksandr Sergeyeviç Puşkin
Çevirmen: Ataol Behramoğlu
Türkiye İş Bankası Kültür Yayınları
https://www.iskultur.com.tr/butun-oykuler-butun-romanlar.aspx