Dış politika, Avrupai bir kavramdır. Birden fazla, egemen, bağımsız ve etkileşim içerisinde olan devletin, çok taraflı ve sürekliliği olan bir diplomasi ile birbirine bağlı olduğu bir dünyada ortaya çıktı. Modern kamusal ve siyasi yaşamın birçok araç gereci gibi, bu da İslam dünyasına yabancı bir inovasyondu.
İslam, klasik dönemin Müslümanları için tek gerçek, nihai ve evrensel dindi. Eninde sonunda tüm insanlık onu seçip takip edecekti. Bu arada da, Müslümanların yüceliğini ve Müslüman devletin üstünlüğünü tanımaları gerekiyordu. Dünya ikiye bölünmüştü; bir tanesi doğru inancın hüküm sürdüğü, Müslüman halifenin yönettiği İslam yurdu (Darü’l-İslam), diğeri de fethedilmeyi bekleyen hala kafirlerin yaşadığı savaş yurdu (Darü-l’harp). Bu ikisi arasında, bir ateşkes ile kesintiye uğrayabilecek fakat bir barışla tamamen sona eremeyecek bir savaş hali vardı. Sadece bütün dünya Darü’l-İslam haline getirildiğinde sona erecektir. Buna ulaşmak cihat vermek dini bir vecibedir, her Müslüman bunu korumakla ve Müslüman topluluk bir bütün olarak bunun için savaşmakla yükümlüdür. Her iki durumda da, egemenliklerinin esas sorumluluğu budur. Müslüman dünyada tek bir hilafet devleti ve onu yöneten, İslam cemaatinin meşru şefi ve darü’l-İslam’ın başı, tek egemen, halife vardı.
Yaklaşık yüz yıl boyunca bu dünya görüşü hakikat ile vaki olmuştur. İslam, tek bir devlet ve tek bir başkan tarafından yönetilen bir imparatorluktu; dev adımlarla ilerliyordu ve tüm dünyayı avucunun içine alma yolunda başarılı görünüyordu. Kafirlerin tebaa haline geldiği ve tebaaların da mühtedi olduğu süratli bir fetih ve dönüştürme sürecini sorgulamaya gerek yoktu. Değişim, 718 yılında Konstantinopolis’e yapılan son devasa büyük Arap saldırısının başarısızlığıyla başladı. Batı geleneği, 732 yılında Frank Prensi Charles Marrel’in İspanya içlerine girip Fransa’ya ilerleyen Arap akıncılarını yendiği Puvatya Muharebesi’ne güzellemeler yapmıştır. Bunu, Batı’yı İslam ordularından ve inancından koruyan önemli bir savaş olarak sunmuştur. Arap tarihi geleneğinde Arap ilerlemesinin sınırını belirleyen Konstantinopolis’in alınamamasıydı -bu noktada bu bakış açısı çok daha isabetlidir- ve bununla birlikte böylesine bir sınır olduğunun da kademeli olarak kabul edilmesini sağlamıştır.
Araplar, zamanla Pers İmparatorluğu’nu fethedip sindirdikleri gibi Bizans’ı fethedip sindirmeyeceklerinin farkına vardılar. Konstantinopolis’in ele geçirilmesi ahir zamana (eskatolojik bir geleceğe) ertelendi.
Sekizinci ve dokuzuncu yüzyılların Müslüman halifeleri, aşağı yukarı istikrarlı bir sınırla ve sınırın diğer tarafın da devam eden bir güçle yaşamaya alıştılar. Çok geçmeden sınırın içerisindeki bölünmeleri de kabul etmek zorunda kaldılar. Halifeye sadece sembolik bir tanınma bırakan, otonom ve ecdattan ahfada geçen Müslüman devletlerin kurulması gibi.
Hakikat değişmişti, ama fikir baki kaldı. Çoğu şeyin belirleyicisi olan erken dönemden ve fikirlerden derinden etkilenmiş olan İslam hukukçuları, halifenin üniter ve evrensel egemenliği kavramına bağlı kaldılar. Bunun sonucunda, Ortaçağ Hıristiyanlığının uluslararası bir hukuka doğru attığı geçici adımlara bile yaklaşamadılar. Sadece tek bir halife vardı, bu nedenle Müslüman devletler arasında prensip olarak bir sorun çıkamazdı. Çıktığında, ya ulema tarafından göz ardı edilirdi ya da halife ile güçlü isyancı arasında lalettayin bir muamele görürdü. Teoride, kafir ile ilişkiler sadece -kısa ateşkeslerin olduğu- cihattan ibarettir. Gerçekte ise, bu “ateşkesler” genellikle uzun süreliydi ve Avrupa devletlerinin sürekli bir savaşı -neredeyse- noktalayan “barış antlaşmaları”ndan büyük ölçüde farklı değildi.
Tıpkı darü’l-İslam’ın bir tane olması gibi, darü’l-harbin de bir tane olmasına yönelik bir eğilim vardı. Peygamber’e şüpheli bir şekilde atfedilen bir hadise göre, küfür tek milletir (el-Küfrü mil letün vahidetün). Bu önerme, tarihsel olarak net bir şekilde yanlıştır ama ortak bir Müslüman algısını isabetle yansıtır. Esas önemli bölünme inananlar ve kafirler arasındaydı; kafirler arasındaki küçük bölünmeler özellikle Müslüman sınırların ötesindekiler Müslümanlar için ilgisiz ve önemsizdi.
Bu tavrın kayda değer bir örneği, Haçlı Seferleri dönemindeki Arap tarihçilerde görülebilir. Haçlı Seferi’ne katılan devletleri ve milletleri ayırmakla uğraşmayıp, hepsine genelleyici bir isim vermişlerdir: Frenkler. Aynı terim Osmanlılar arasında hala kullanılıyordu ve günümüzde dahi yaygın kullanımda yerini koruyor.
Osmanlılar, ezici askeri gücü korudukları sürece, düşmanları arasındaki hiziplerle ilgilenmeleri gerekmiyordu ve bir dış politika sorunu pek ortaya çıkmadı. Onları meydanda karşılamak ve savaşta yenmek ve şartları dayatmak, İslam’ın kaçınılmaz ve şart olan muzaffer ilerlemesinde bir sonraki aşamaya kadar devam etmek yeterliydi.
Değişim on altıncı yüzyılda başladı. 1529‘da Osmanlı orduları Viyana’yı ele geçiremedikten sonra geri çekildi ve Macaristan’da uzun ve kanlı kördüğüme yerleşti. İstanbul’da, Avrupa güçlerinin diplomatik temsilcileri avantajlı ticari ve politik pozisyonlar için uzun ve karmaşık bir yarışa başladı. Sultan, 1535’te Hıristiyan dünyanın hükümdarları arasında padişahın egemenlik unvanını kabul eden Fransa kralı ile bir ticaret ve dostluk anlaşması imzaladı. 1606’da Zitvatorok Antlaşması’nda sultan, şimdiye kadar Osmanlı belgelerine “Viyana Kralı” olarak geçmiş olan unvanı, Habsburg imparatoru olarak Habsburglara bağışladı. Bu ilk defa, galip tarafın kendi başkentinde dayattığı bir ateşkes değil, sınırlardaki eşitler arasında müzakere edilmiş bir antlaşmaydı.
On yedinci yüzyıl eşitlik imtiyazıyla başladı, mağlubiyetin kabul edilmesiyle sona erdi.
1699’daki Karlofça Antlaşması’nda Osmanlı İmparatorluğu ilk defa galip gelmiş bir düşmanın dayattığı bir antlaşmayı imzalamak zorunda kaldı.
Osmanlılar da ilk kez, mağlubiyetten doğacak cezaları hafifletmek için diplomatik müzakere süreçlerini kullanmayı ve dost, tarafsızların makamlarını kullanmayı denedi. Geç dönem Osmanlı İmparatorluğu dış politikası şekillenmeye başlamıştı.
On altıncı yüzyılda, sadrazamın İstanbul’daki makamında reisü’l-küttab olarak da bilinen ve dışişleri ile ilgilenen bir görevli ortaya çıktı. Nispeten önemsiz bir görevliydi ve dışişleri onun meselelerinden sadece bir tanesiydi. On yedinci ve on sekizinci yüzyıllarda, rütbesi yükseltildi ve dışişleri onun meşguliyetleri arasında daha büyük yer kaplamaya başladı. Baş dragoman, onun yardımcısıydı. Erken dönemde baş dragoman genellikle Avrupalı Hıristiyanlardan devşirme olurdu. Fakat on yedinci yüzyılın ortalarından itibaren bu makam İstanbul’un Fener mahallesinden aristokratik Rum ailelerin tekeline geçti ve onlar bu makamı neredeyse bir dışişleri bakanlığı seviyesine çıkardı.
Ancak bu gelişmelere rağmen, dış politika ve uluslararası ilişkiler kavramları Osmanlılara yabancı kalmıştır. Belki de bunun en iyi kanıtı, bu meseleler için Hıristiyan Rum azınlıkları görevlendirmiş olmalarıdır. On altıncı yüzyıldan beri, birkaç Avrupa ülkesi İstanbul’da yerleşik konsolos ve büyükelçi bulunduruyordu ve bunların sayısı her geçen gün artıyordu. Fakat Osmanlılar, Avrupa’ya ara sıra özel sefirler gönderiyor ve yerleşik elçilik kurmayı düşünmüyordu. Ta ki 1793’te Yusuf Agah Efendi’nin Londra’daki görevine kadar.
Osmanlılar, bundan birkaç yıl önce Avrupa güç oyununda ilk denemelerini yapmışlardı. İmparatorluk, Rusya ve Avusturya ile savaş halindeydi. Aynı zamanda Rusya ile savaş halinde olan İsveç ile ve Avusturya’ ya işe yarar bir baskı uygulayabilecek olan Prusya’ ya ile antlaşma yapmak kulağa iyi bir fikir gibi geliyordu. Bu iki ülke ile anlaşmalar sırasıyla 1789 ve 1790’da imzalandı.
Hıristiyan güçlerle askeri bir ittifak fikri yeniydi ve bazı ulemalar için kabul edilemezdi. Askeri hakim Şanizade Efendi Kur’ an’ dan bir ayet öne sürerek bu fikri yasaya ayları olduğunu söyledi ve kınadı: “Ey inananlar! Benim de düşmanım, sizin de düşmanınız olan kimseleri dost edinmeyin” (Kur’an 60/1).
Diğer yasal metinler ve argümanların yanı sıra “Allah, İslam’ın davasına Müslüman olmayanlarla da yardım eder” hadisini hatırlatan şeyhülislam tarafından da cerh edildi.
Bernard Lewis – Modern Ortadoğu Nasıl Kuruldu?
Çevirmen: Doğan Terzi
Kronik Kitap
https://kronikkitap.com/kitap/modern-ortadogu-nasil-kuruldu/