“Yaşam bir sanat yapıtıdır” önermesi, (“tıpkı ressamların resimlerini ya da müzisyenlerin bestelerini yapmaya çalıştıkları gibi, yaşamınızı güzel, ahenkli, duyarlı ve anlamlı yapmaya çalışmak” türü) bir varsayım ya da nasihat değil gerçeğin bir ifadesidir. Eğer yaşam bir insan yaşamı ise –yani irade ve seçme özgürlüğüyle donatılmış bir varlığın yaşamıysa− sanat yapıtı olamaması mümkün değildir. “Yapacağım” ifadesinin yerine “yapmalıyım”ı dayatan ve dolayısıyla olası tercih boyutunu daraltan dış güçlerin ezici baskısına nedensel rol atfederek, irade ve seçimin varlığını yadsımaya ve/veya gücünü gizlemeye yönelik her türlü çabaya rağmen, irade ve seçim yaşam biçimi üzerinde iz bırakır.
Yaşam seçiminizden, seçimler arasındaki seçiminizden ve seçimlerinizin sonuçlarından sorumlu olmak anlamında, bir birey olmak seçim meselesi değil, talihin bir buyruğudur. Yine de çoğu zaman insanın, bu sorumluluğu hem entelektüel hem de pratik anlayışını tamamen aşan koşullar altında yerine getirmesi gerekir. İnsan yaşamı, (failin iradesine doğası gereği her zaman dirençli ve çoğu zaman da karşı gelen bir madde olan “gerçeklik” olarak algılanan) “dışsal koşullar” ile “yaratıcılar”ın (müelliflerin/faillerin) tasarıları arasındaki aralıksız çatışmadan meydana gelir: Yaratıcılar, maddenin etkin ya da edilgen direncinin, meydan okumasının ve/veya ataletinin üstesinden gelerek, gerçeği kendi ‘iyi yaşam” anlayışlarına göre yeniden biçimlendirmeyi amaçlar. Paul Ricoeur bu anlayışın, “ideallerden oluşmuş bir sis ve başarılardan oluşmuş düşler” olduğunu ve loş ışığı altında yaşamdaki başarı ya da başarısızlık derecesinin izlendiğini ve belirlendiğini söyler. Bu ışıkta bazı adımlar ve onların getirdiği sonuçlar mantıklı ve uygun görülürken, bazıları da sadece araçsal değil aynı zamanda “özerekli” (autotelic) oldukları için bir kenara konur: Yani başka bir yüce amacın yerine getirilmesinin aracı olarak gerekçelendirilip savunulmaya ihtiyaç duymayan, “başlı başına iyi” amaçlar olarak bir kenara konur.
Ricoeur iyi yaşama dair görüşleri nebulaya benzetir. Nebulalar yıldızlarla doludur. Bunların hepsini sayamazsınız ve parlayıp ışıldayan sayısız yıldız insanı hayran bırakır, imrendirir. Yıldızlar, gezginlerin yabanda kendilerine bir yol –herhangi bir yol− çizmesini sağlayabilecek ölçüde karanlığı aydınlatabilir; peki hangi yıldız kişinin adımlarını yönlendirecektir? Çok sayıda yıldızın arasında rehber olarak belli bir yıldızı seçmenin yerinde ya da talihsiz bir karar olup olmadığına hangi noktada karar verilmeli?
Seçilen yolun hiçbir yere varmadığı, artık bu yolu terk edip geriye dönerek, daha iyi bir tercih olacağı umuduyla bir başkasını seçme vaktinin geldiği sonucunu ne zaman çıkarmalı?
Önceden seçilmiş yoldan gitmenin getirdiği sıkıntılara rağmen, böyle bir karar akılsızca bir adım olabilir: Şimdiye kadar takip ettiğiniz yıldızı terk etmenin daha ağır ve nihayetinde daha üzücü bir hata olduğu ortaya çıkabilir ve alternatif yolların daha da büyük sıkıntılara yol açtığını anlayabilirsiniz. Bütün bunları kesin olarak bilemezsiniz, bilmeniz de pek mümkün değildir zaten. Yazı mı tura mı, kazanma ya da kaybetme şansınız yarı yarıya.
Bütün bu ikilemlerin doğrudan, kesin bir çözümü yoktur. Ne kadar aksi denenirse denensin, yaşam belirsizlikler eşliğinde yaşanır. Her karar, rastlantısal kalmaya mahkûmdur. Hiçbiri riskten muaf değildir ve başarısızlığa ve sonradan duyulacak pişmanlıklara karşı güvence altına alınmamıştır. Bir seçim yönündeki her sava karşılık, aynı ağırlıkta olan bir karşı sav bulunabilir. Nebulanın ışığı ne kadar parlak olsa da, başlangıç noktasına geri dönmeyi arzulama ya da buna zorlanma ihtimaline karşı bize garanti vermeyecektir. Mazbut, şerefli, tatmin edici, değerli (ve elbette mutlu!) bir yaşam yolunda ilerlerken, bize rehberlik edecek ışığı temin ettiği için seçilmiş bir yıldıza güvenerek, hataları önlemeye ve belirsizlikten kurtulmaya çalışırız. Gelgelelim çok kısa bir süre sonra öğreniriz ki, rehberlik edecek yıldızı seçen son kertede bizizdir ve bu seçim de diğer seçimlerimiz kadar risklere gebedir ve böyle de olmak zorundadır. Sonuna kadar da bizim seçimimiz, bizim sorumluluğumuz olarak kalacaktır…
Michel Foucault’nun ileri sürdüğü gibi, “kimlik doğuştan verilen bir şey değildir” önermesinden tek bir sonuç çıkıyor: Kimliklerimizin (yani “Ben kimim?”, “Bu dünyadaki yerim ne?”, “Dünyadaki amacım nedir?” gibi soruların yanıtlarının) tıpkı sanat yapıtları gibi yaratılmaları gerekiyor. Bütün pratik hedef ve amaçlar açısından, “Her bireyin yaşamı bir sanat yapıtı haline gelebilir mi?” (ya da daha manidar olarak, “Her birey kendi yaşamını yaratan sanatçı olabilir mi?”) sorusu, kaçınılmaz olarak “Evet” ile yanıtlanacak, tamamen retoriğe dayalı bir sorudur. Bu kadarını Foucault da varsayarak şunu sorar: Eğer bir lamba ya da ev sanat yapıtı olabiliyorsa, insan yaşamı neden olmasın ki? Swida-Ziemba’nın karşı karşıya getirdiği hem “genç kuşaklar” hem de “geçmiş kuşaklar” Foucault’nun varsayımına tüm kalpleriyle katılırdı sanırım. Bununla birlikte Swida-Ziemba’nın karşılaştırdığı her iki kesimden insanların “sanat yapıtı”nı düşünürken kafalarında farklı şeyler olacağını tahmin ediyorum.
Yaşam Sanatı – Zygmunt Bauman
Çevirmen: Akın Sarı
Ayrıntı Yayınları