“Bu hayat, yaşamak külfetine değer mi?” İnsan ve kâinat meselesinin her zaman karşımıza çıkardığı bu soru, en kesin hallini, düşünmeden önce yaşamaya mecbur olan irademizde buluyor. Ancak irade, kendisini şiddetle karşılayan engellerin önünde bu sorunun cevabını hikmet yapıcı akıldan sormaktadır. Düşünmeden önce ve düşüncenin hakemliğine baş vurmaksızın yaşamaya mecbur olduğumuz gibi yaşarken de düşünmekten kendimizi alamıyoruz. İyi biliyoruz ki bu ihtarın en muhteşem üstadı, çekilen acılardır. Başkalarının sarhoş naralarıyle atıldığı hayat yolunda acılarımız bizi durdurup düşündürüyor. Lâkin acı duymaktan da korkuyoruz, çünkü düşünmekten korkuyoruz. Bazen beyinde bir yaranın işleyişini andıran düşünme hareketi, varlığımızda ilk ve esaslı hâdise değildir. Bizde ilk olan, yaşama hareketidir. Eğer yaşamadan önce düşünebilseydik ve yaşama kararını daha önce düşünceden alabilseydik, böyle bir dünya yolculuğuna gönül vereceklerin içimizde sayısı pek az olurdu. Varlığımızın hikmetini, onu bir mutlaktan temaşa edercesine düşünüp araştıran Schopenhauer gibi bir hâkim, “Dünyamız mümkün dünyaların en fenasıdır” derken bunu bir adam sar’ası içinde değil de, varlığın mânasızlığı dinlenirken söylemişti. Dünya nimetlerine çocuklar gibi aldanma imkânlarını kaybeden veya bu imkânı kendi iradesiyle kendinde boğan hâkim şunu da ilâve etmekten kendini alamamıştı: “Varlık, var olmaması icap eden birşeydir.” Lâkin madem ki var olduk, sayısız nimetler dünyamızı doldurdu, bu nimetleri devşirmek hakkı bize bağışlanmışken ne için samimi irademizi boğmak isteyelim? Bize cellatlık emrolunmadı. Belki emrolunan, bizden istenen, bu hayret verici nizâm içindeki yerimizi, varlığımızın hikmetini düşünmektir; dilsiz kâinatla konuşmasını bilmektir, onu dile getirmektir. Bundan hayatın mânasını çıkarabiliriz. Biz, kâinata eklenmiş bir parça mıyız? Yoksa asıl kitap bizde mi okunuyor.
Kâinat bizim tercümemiz olsa gerektir, biz onun değil. Kendimizi kâinatın sahifelerinde okumak, hikmete ulaşmaktır.
Hayatımızın hikmeti dış görünüşte, doğmakla ölmek arasında acı çekmekten ibaret olsa bile onun iç yüzü derin ve değerlidir. Bu elem dolu hayatı yaşanmış olmaya değerli kılan, bu fani yolculuğun her adımında yeni bir neşveye ulaşabilmektir. Âlem bize şevk kaynağı olmalıdır. Neşveden sık sık mest olan varlığımızın bir melodinin kendi içindeki akışını tâkip eden cezbelisi olduğunu hissetmiyorsak işte o zaman bedbaht sayılırız. Hayatın mânasını kaybederiz. Benliğimizi yakından çevreleyen vehim ve gafletlerin bizi bıraktığı yerde varlığımızın bize yük olduğunu hissederiz. Halbuki hiçbir konuya, dıştan gelen tatminlere bağlanmayan saadet, gerçek saadettir. İçimizdeki tükenmez sevinç kaynağından taşan neşve bizimdir. Sanat, dıştaki varlıklara akseden bizim kendi hayallerimiz ve kendi tasavvurlarımızdır. Hatta en ileri derecesinde o bizim kendi çehremizdir. Hayatı bize değerli yapacak ilk neşve, sanat neşvesidir. O, güneşin bizdeki neşvesidir. Ancak biz güneşte de kendi iç dünyamızı arıyoruz, Bizim iç dünyamızda ilâhi neşve kaynaşmaktadır. Her şey, tabiatın her unsuru bizdeki ilâhi neşve ile birleşince Tanrı’ya dost oluyor. Sanatkârlar bizden çıkıp tabiata yayılan ilâhi neşvenin terennümcüleridir. Yunus akan suların, Mevlâna neyden çıkan feryadın, Beethoven rüzgârın, Cezanne, Van Gogh güneşin yaşattığı neşvenin terennümcüleridir.
Sanat basamağını aştıktan sonra daha yüksek bir bölgede ahlâk ve hayrın neşvesi tadılıyor. Hayat sahnesinin her köşesinde merhamet zevkiyle hizmet sevdasını yaşamak iyinin yanında mest olmak, sanattan daha yukarılarda barınan hakikate tırmanmaktır. Ahlâk hareketinin bizi başkalarına ve bütün insanlara götüren ilâhi neşvesi dinin eşiğine ulaştırıyor, hattâ onun sahasına sokuyor. Sık sık ilâhi temasa kavuşmak, büyük sırla selâmlaşmak ve kucaklaşmak, insan için hayatı sonsuz ve mutlak değere sahip kılıcıdır. Bundan öte dünya saadeti olmaz. Ondan başka fetih vehimdir. Ondan ayrı servet aramak sersemliktir. Ondan gayri ideal sarhoşluktur.
Genç nesilleri sanatla ahlâkın ve dinin neşvelerine ulaştıracak olan nedir? Bu vasıta, büyüklerin bu neşvelerle yaşadıklarını görmeleridir. Gençler, bu neşvelerin sahibi olan mürşitlerin arkasında kafileler halinde koşarlarken gençliklerine gerçekten doyarlar. Ruhlarını sonsuzlukla birleştirir ve ancak böylelikle hayatı sevebilirler. Hayatın değeri mutlaka bir aşk olabilir.
Bugünkü neslin sola sapanını da sağda sayıklayanın da neşvesiz ve hoyrat yapan, etraflarında ilâhi neşveyi yaşatan örnekleri bulamayışlarıdır.
Yunus’larla Akif’lerin önderliğini arayanlar yakınlarında soyguncu hacı tüccarının kuklası şeyhleri bulurken, Akşemseddinler ve Zembilli Ali Cemâlilerin hayali ile mest olmak isteyenler başlarında kendilerine profesör payesini kazandırmış pespayelerin menfaat batağında süründüğünü görürken, her tarafta barem, maaş, tahsisat, tazminat gibi çeşitli medeni vasıtalarla büyük şehir haydutluğuna çıkan leş gibi gövdeler çevrelerini gölgelerken, kadın, erkek, oğul, kız, lüks eşya ve otomobil kaçakçılığı için Amerika ve Almanya seyahatlarını zihinlerinde süsleyenler bir millet adı altında gece gündüz mazi ve mefahir çiğnerlerken, mihraptaki din ulusu din adına altı yaşındaki yavrulardan yetmişine kadar insanları mezar taşına döndüren bir duygusuzluk, bir ruhsuzluk ve bir neşvesizlik aşısını merhametsizce yapmaktan usanmaz ve gönlünde gören bir göz olsun bir türlü açılmazken gençler ilâhi neşveyi nerede bulsunlar ve hayatın kıymetini nasıl anlasınlar? Hayatın kıymetini anlayanın varlığı ebedilik inancı ile ve hareketleri sonsuzluk iradesi ile dolar. Sevgisi artar ve ümitsizliği yenilir. Hayatın mânasını taşıyan ve onu değerli yapan ilâhi neşveyi spordaki, siyasetteki, devletteki ve ticaretteki haris hiçbir zaman bulamıyacaktır. Onu, sanat basamağından ve âhlak ikliminden geçerek Allah’a ulaşmak isteyen ve bu arayışını en küçük hareketlerinde bile yapmasını bilen sevda muhterisi, aşk ve neşve adamı bulabilecektir. Güneşi fethetme sevdasını bırakıp bizzat kendimizdeki neşvenin kaynağını elde etmeye çalışalım.
“Hayatın kıymeti”, Hareket, W/45, Eylal 1969, KM,
Kültür ve Medeniyet • Nurettin Topçu
Dergah Yayınları